12 Nisan 2012 Perşembe

sevmemek


mutluluğun ne olduğuyla pek alakalı bir duygudur. seni sen yapar kimi yerde, bazen de tüm varlığını silikleştirir. çoğu insan korkar bundan, çünkü herkes varolmak, varlığını karşı taraftan hissetmek ister. detaya inelim;

mutluluk, hayat başarısının tek parametresidir. maçta anıran adama, tv'de maymun gibi davranan kişiye "o da öyle mutlu oluyor" diyenlere (ki bu bir acziyet ifadesidir aslında) göre herkes mutludur tabi fakat böyle sığ, kolpa bir mutluluk tanımının ötesinde, gerçek mutluluktan sözediyorum. gerçek mutluluk, hürriyet duygusuyla, kendi deliliğini insanlara kabul ettirebilme medeni cesaretiyle varolmaktan, ve yuvasını bulmanın şükranlığıyla her şeye göğüs gerebilecek kıvama ermekten bahis ediyorum. hayatın amacı denebilecek kadar güzel bir şeydir bu, ve kendini varettiğin toplamın sevilmekten yana ağır basılmasıyla canlanan, yaşatan bir şeydir bu. aksini iddia eden "ben kimseyi iplemiyorum ki zaten ahahaha" deyip durmaya devam etsin, dünya döndükçe savrulup gider böyleleri, mutsuz ölürler.

sevilmemek işte tam da burada riske atılan şeydir. yani sen bir şey yapıyorsun, belki pek salakça, pek bir tutunamayan bir halde, yani hayatın içinde rolünü oynuyorsun, ortaya bir şeyler koyuyorsun, istesen de istemesen de zaten ortada bir "ben" var, bu "ben" kavramının, yani aslında içindeki bütün evrenin üzerine domates atılmasıdır. domatesi kimin attığının ne önemi var, bunu görüp "ben aslında sallamıyorum" diyen yalnız kovboyların çok defa yalnız ağladıkları geçmiştir doktor kayıtlarına.

ha insanı pişirir mi pişirir. fakat pişirir de neye yarar, neye faydası vardır ? sen bir verici olarak kapılar suratına kapanırken, nasıl alıcı olabilirsin. tek taraflı bir iletişime döner sevilmediğin zaman, değer vermediğin insanların bile kafanda yücelip seni en zayıf yerlerinden vurduklarını bilirsin. karşında bir dünya vardır, ve kaybetmişsindir dostum, zorlamaya gerek var mı? burası başlangıç noktası.

fakat başlangıç noktası dediğimiz yer, anne kucağında merhamet ve sevgiyle başlar, en azından ideal olan budur. bu öyle büyük bir ihtiyaçtır ki bunun noksanlığını bastırmak adına, bu dünyada sanat adına, ve hatta sanatın ötesinde iz bırakmış bir çok insan, bunun acısını çıkarırcasına varolmaya çalışmakta ve çırpınmaktadır. bundan daha üzücü bir görüntü yoktur herhalde, anlayana tabi bunlar, sevginin bir insanın hayata tutunamamasına gülümseyerek, ve ortak olmak istercesine elini uzatmaktan ibaret olduğunu bilmeyenler, aslında hepimizin birer tutunamayan anlamsız lakırdılar bütünü olduğumuzu görmek istemeyenler, sevginin o karanlıkta aydınlığa sebep olduğunu, ağlarken güldürdüğünü bilemeyecek kadar cesaretten uzak olanlar, her konuda her şeyi biliyor ve aşmış gözüküp aramızda süpermen gibi dolaşan salaklar ne anlasın bunun acısının hem ne kadar derin, hem de mutluluk adına ne kadar değerli olduğunu. ileride çiçek gibi açacak olan tohumların, aydınlıktan önce karanlığa nasıl ihtiyaç duyduğunu anlayamamış biri, sevilmemek meselesine pek tabi gündelik ve olağan bir şey gözüyle bakar, bunda da hiçbir mana bulamaz, o istiklal caddesi sokaklarını dolduran ve bağıra çağıra gülen insanların nasıl maskelere büründüğünü de anlamaz, insanı tanımaz, tanımak istemez, ömrü hayatında bir kişinin sessiz çağrısına kulak asmamış, hiçbir fısıltıyı duymamış isimsiz zalimlerden sadece biridir. bunlar biri düştüğünde gülerler, espiri anlayışları budur fakat hayatın espiri anlayışının çok daha ince bir mizah içerdiğini anlamazlar, anlamak istemezler, biçimcidirler bu yüzden kıyafet ve ambalaja bakar, içeriğe değer vermezler. iyi ambalajlanmış bir migros peyniri ile yaylada satılan köy peynirinin kokusunu ayırt edemezler, gözleri görür fakat tat alma duyularında lezyon vardır, bu yüzden tat almanın da ne olduğunu bilmezler.

öyle "ben seni sevdim, sen de beni sev" meselesi değil bu. herkesin rol kestiği, tiyatro oynadığı bir dünyada yer bulamadığını hatırlamakla ilgili bir durum. koyar insana, hem de öyle böyle değil...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder