30 Nisan 2012 Pazartesi


"Dışlanmak," demişti. Bu tür yeni sözcükleri kullanmayı hiç sevmezdi.
"Dışlanmak, her manada içlenmek değil midir?"



28 Nisan 2012 Cumartesi

is this real life?




           

― Bob Marley


“Only once in your life, I truly believe, you find someone who can completely turn your world around. You tell them things that you’ve never shared with another soul and they absorb everything you say and actually want to hear more. You share hopes for the future, dreams that will never come true, goals that were never achieved and the many disappointments life has thrown at you. When something wonderful happens, you can’t wait to tell them about it, knowing they will share in your excitement. They are not embarrassed to cry with you when you are hurting or laugh with you when you make a fool of yourself. Never do they hurt your feelings or make you feel like you are not good enough, but rather they build you up and show you the things about yourself that make you special and even beautiful. There is never any pressure, jealousy or competition but only a quiet calmness when they are around. You can be yourself and not worry about what they will think of you because they love you for who you are. The things that seem insignificant to most people such as a note, song or walk become invaluable treasures kept safe in your heart to cherish forever. Memories of your childhood come back and are so clear and vivid it’s like being young again. Colours seem brighter and more brilliant. Laughter seems part of daily life where before it was infrequent or didn’t exist at all. A phone call or two during the day helps to get you through a long day’s work and always brings a smile to your face. In their presence, there’s no need for continuous conversation, but you find you’re quite content in just having them nearby. Things that never interested you before become fascinating because you know they are important to this person who is so special to you. You think of this person on every occasion and in everything you do. Simple things bring them to mind like a pale blue sky, gentle wind or even a storm cloud on the horizon. You open your heart knowing that there’s a chance it may be broken one day and in opening your heart, you experience a love and joy that you never dreamed possible. You find that being vulnerable is the only way to allow your heart to feel true pleasure that’s so real it scares you. You find strength in knowing you have a true friend and possibly a soul mate who will remain loyal to the end. Life seems completely different, exciting and worthwhile. Your only hope and security is in knowing that they are a part of your life.”

27 Nisan 2012 Cuma


kararımı sabah gözlerimi açtığımda vermiştim, vermiş olabilir miydim, uykunun kesilmeye yakın, kokuların, terin ve yorgandan gelen aldatıcı sıcaklığın soğumaya yüz tuttuğu o arada..?


sahilde yürürken aklımda o sabahki yanılgım vardı. onun fotoğrafını çekip bakmak isterdim, yüzlerde donan o ifadeyi bir yerlerde saklamak, çok tanıdık gelen bu duyguya ‘yanılgı’nın dışında bir isim vermek isterdim.


sabahın en erken saatinde çatıdan sarkan sıra sıra sarkıtlar var, onların altından geçiyorum ısrarla, babaannemin tembihlerinden çıkarttığım yegane ders ‘çiçeklere basma’ olunca, bu tehlikeli patika bir şekilde iyi hissettiriyor, bir şekilde eve girmek istemeyen çocuk gibi, sevindiriyor beni.


bu eve ilk girdiğimde düşündüğüm şey ne kadar çok ayna olduğuydu, bahçeden eve girmek emek ister, yıllar sonra çocukluğumun geçtiği bahçeden, gençliğimin geçtiği eve girince farkettim bunu ben, aynalarda kendimi görmeye başlayınca, kendimi görmenin ne kadar önemli olduğunu düşünmeye başlayınca ve babamın, amcamın ömrünün geçtiği bu evde unutulmuş anıları ayna köşelerinde farkedince, bahçeye atasım geldi kendimi gerisin geri, ama mümkün müydü bir kere açılınca yara, ‘tuz bas’ derdi babaannem, kapanmayacağını bile bile.


kararımı sabah gözlerimi açtığımda vermiştim, başucumda çocukluğumdan kalma bir fotoğraf, karanlık yüzler, bu evi satmam gerektiğini söyleyen bir ses vardı o sabah, rüyanın hemen ertesinde, bir yanılgı…


bahçe kapısının çevresi çepeçevre kasımpatıları, bu bir bahçıvanın bilinçli dokunuşları, o bu evin dışında tek oda bir evin içinde mutlu mesut yaşadı, evin çocuklarının çiçeklerden daha mutsuz bir yaşantı geçirdiklerinden habersiz, kasımpatılar yerli yerinde, kim bilir kaç kasım geçmiş, evin çocukları bu bir karış toprağı çoktan unutmuş, ben şimdi aynalarda hangi yüzleri görmeye alışmalıyım, hangi aynaları kırmalı, hangilerini örtmeliyim, bahçeden eve girdim gireli bunu düşünürüm.


geçmişin böyle bir cilvesi var, unutmak istediğin anlar aklına gelince yaşadığını hissediyorsun, unutmak istediğin anlara dönmek istediğin bir başka an geliyor, aslında elinde olsa onu da unutmak isterdin.


bahçenin demirleri boyanmış, kenarlarında eski gazete sayfaları, rüzgar onları yırtıyor, uzaklaştırıyor bahçeden, rüzgarı ve yırtılan gazeteri takip ediyorum gün boyu, içimde dışarıya çıkmak isteyen bir ses, benim arka odalara saklanan içimdeki çocuk, hurçlara tıkılmış, bodrumlara saklanmış evin önceki nesil çocukları, onların gül dikeninin kanattığı parmakları, izleri ve kuma çalan aynaları…


aynada bahçeyi görüyorum; kendimi, babamı, amcamı, onun beyaz bir çarşaf gibi ellerimizden kayıp giden kız kardeşini göreceğime, iri dikenli bir gülü, yerde çürümeye yüz tutmuş erikleri, duvara yaslanmış bir kazmayı, bir küreği görüyorum, örtülerde havaya karışan tozlar var, cesetlerin küf tutmuş etleri bunlar, ölmeyen cesetler, beni yaşatan nefesim.


bir yanılgı bu. bunu anlamam için belkide bu rüyadan uyanmam lazımdı, şimdi biliyorum, bir yanılgı bu, aynalar çerçevelenmiş bir resim gibi hep aynı imgeyi gösteriyor, bu imgenin pencere pervazından bahçeyi izliyorum, gülü, erikleri, kazmayı, küreği.
..

24 Nisan 2012 Salı


kendi ellerimizle yıktıktan sonra yalnızlığımızı
o büyük temaşa eğreti bir yüke dönüşecek
ve yine yalnızlığımız kurtaracak
incir çekirdeği kadar kalan huzurumuzu
ey iki adımlık yerküre
senin bütün arka bahçelerini
gördüm ben!

21 Nisan 2012 Cumartesi


bir rivayete göre tanrı insanları yarattıktan sonra, insanları güçlendirecek yada zayıflatacak duygular yaratmaya karar vermiş. yarattığı her duygu diğerinden farklı olduğu gibi, aynı duygular da farklı insanlarda farklı etkiler yapıyormuş. mesela bir duygu bir insanı güçlendirirken, diğer bir insanı zayıflatabiliyormuş. ve tanrı, yarattığı bu duygulardan en önemlisine de aşk adını vermiş.

yarattığı bu duyguları insanlara paylaştıran tanrı, sıra en son olarak aşkı paylaştırmaya geldiğinde, önce tüm diğer duygularda olduğu gibi kimi insana çok, kimi insana ise az olarak aşkı dağıtmış. sonra geride kalan nadir sayıda insanı alıp, her biri için ayırdığı aşkı başka birine vermiş. rivayette belirtildiğine göre leyla için ayrılan aşk kays'a, kays için ayrılan aşk ise leyla'ya düşmüş. yine aynı bu şekilde yusuf'un aşkı züleyha'ya, ferhat'ın aşkı şirin'e, tahir'in aşkı zühre'ye, kerem'in aşkı da aslı'ya düşmüş. bu yüzden bu isimler dünyada oldukları süre boyunca diğer insanlar gibi, kendi aşklarını verebilecekleri bir insanı değil de, hep içlerindeki aşkın asıl sahibini aramışlar. birbirlerini bulduklarında da bu aşkları sonsuza kadar konuşulur olmuş.

16 Nisan 2012 Pazartesi

keşke


- keşke herkesin ömür boyu kendine ait bir adet pastanesi, hastanesi, postanesi, meyhanesi ve sevgilisi olsa...

- keşke herkes doğuştan bir enstrüman çalma yeteneğine sahip olsa... en azından nota bilse, işin temel bilgileri hafızada hazır olsa... şakır şakır piyano çalsam ben de...

- keşke diğer gezegenler cehennemin dibinde değil de kıçımızın dibinde olsa... biz de gidip kazandibi yesek hafta sonları "uranüs aile çay bahçesi"nde, "neptün pastanesi"nde veya "plüton patisserie"de

- keşke herkesin bir kez televizyona çıkıp dilediğini söyleme hakkı olsa... rtük o gün izlemese ve fakat herkesler de izlese, dinlese, beğense, aferin dese, elimi sıksa sokakta görünce... (15 dakika ekrandasın lan, ne dersin ki?)

- keşke her gece çok geç yatıp, her sabah çok erken kalksam ama hiç uykum olmasa... tadını çıkarsam yaşamanın, vakit kaybetmesem uyuyarak... üstelik erken kalkıp yol alsam, kendimi aşsam...

- keşke hiç kimse hiç kimseye yalan söylemek zorunda kalmasa, zorunlu hissetmese, durum bunu getirmese... hepimiz birbirimize samimi olsak... delikanlılığa sığsak, delikanlılıktan taşsak... mumumuz yatsıya kadar yanmasa, sabaha kadar mum ışığında oturabilsek... burnumuz hiç uzamasa...


- keşke çok yiyince doymasak... çapımız genişlemese, varilleşmesek... ayrıca yine keşke az yiyince de zayıflamasak, zafiyet geçirmesek... bir de konuyla alakadar değil ama aklıma geldi... kimse kimseni zaafından yararlanmasa

- keşke birden durup işlek bir caddede göbek atmaya başladığımızda, bilsek herkesin bize katılacağını, bahsi geçen göbek havada kalmasa...

- keşke herkesin kendini çok seven bir sevgilisi ve belli sayıda dostu olsa... hiçbir zaman sevilmeme kaygısı gütmesek... sevgilimiz hoş etse tüm güdülerimizi... sevilmeye güdük kalmasak...

- keşke tüm acılarımız karşısında güçlü olabilsek, ayakta kalabilsek... metin olsak, ali olsak, feyyaz olsak, her açıdan şampiyon olsak, hüzün ligini ikinci bitirsek bile acılardan ders alsak...

- keşke her çorbada bizim de tuzumuz olsa... her güzel şeyin bir ucundan tutmuşluğumuz bulunsa... teşekkür listelerine bizim adımız da yazılsa... her neyse "o şeyin yapımında emeği geçen herkes" dendiğinde direk üstümüze alınsak...

- keşke başka hiç kimsede olmayan özel bir yeteneği olsa herkesin... sabah akşam birbirimizin yeteneklerine baksak, şaşırıp dursak bir ömür birbirimize...

- keşke başka ülkelere gitmek için vize, para, belge, işlem, pasaport, fasafort ve fisofort gerekmese... uçak biletleri çok ucuz olsa... gezip dursak sıkıldıkça... hafta içi işi biten vın diye uçabilse gönlünün konduğu yere... sevgililer pikniğe dünyanın bir ucuna gitse... tüm dünya birbirini tanısa, bütün dünya buna inansa bir inansa... anlasak biz insanlar aslında "aynı" olduğumuzu, aslında insan, en çok insan, dolu dolu insan, "sadece insan" olduğumuzu...

- keşke hayatımızda bir kez görünmez olabilsek... istediğimiz her yere girip çıksak... görmek istediğimiz her şeyi görsek... çelme takmak istediğimiz herkese çelme takıp, öpmek istediğimiz herkesi şlap diye öpsek doya doya...

13 Nisan 2012 Cuma


insan hayatında sevmek,sevilmek gibi kavramlar insana her daim mutluluk vermeyebilir.zaten birini ya da herhangi bişeyi sevdigimiz zaman mutlulukla birlikte gizli bir hüznü de birlikte yaşarız.
sevdiklerimizi kaybetme korkusu, aklımızın bir köşesinde saklı durur hep ve bu ihtimali düşünmek bile yaralar kalbimizi.onlarsız bir hayatın kötü olacagı düşüncesi,onlara daha da baglanmamıza yol açar.
sevmek nasıl nedensiz degilse,sevilmekte nedensiz degilir.
sevgi anlaşmak degildir,nedensiz de sevilir sözünden''anlaşamıyoruz o yüzden seviyorum fakat bunu bir neden olarak görmüyorum''şeklinde bir sonuca ulaşabiliriz.
her konuda gecerliligini koruyan,herseyin fazlası zarar sözü,sevmek ve sevilmek konusunda da gecerliligini korumaktadır.
cok seversin,kendinden vazgecersin karşılığını bulamayınca üzülürsün.
sevilirsin,karsılık veremezsin,iyi niyetliysen karşısındakine üzülürsün.
mutlak mutlulugu her iki konuda yakalamak mümkün degildir.
bencil bir bünyeye sahipsen sevilmemek kadar üzmez sevilmek.
sonrasında anlarsın bunları yavuz.karsındakinden nefret ettiginin bilmem kaç misli kendinden nefret edersin.yaşadıgına lanet edersin.''bu kimin ahı'' diye düşünürsün.nerde hata yaptıgını bulamazsın.kaderine aglarsın.işte o vakit, hiç bir zaman aklının ucundan gecicegini bile hayal edemeyecegin derecede sevilmemek istersin.
nefretle yogurursun duygularını,bi sonuc elde edemezsin.sen kaçtıkca o kovalar.hayatının içine sıçılır.ölmek istemekle sevilmek eş anlamlıdır artık.sevip acı cekmek,sevidigine uykusuz gecelerini adamak gecer gönlünden,sevildigin için maruz kaldıgın işgenceler sevmekten de sogutur seni.
olamayacagın ne varsa hepsini olmak istersin.nefret edilmek,dışlanmak en çokta sevilmemek...
imkansızındır bunlar.
sevilmemek her zaman kötü degildir.kötü olan senin dışında gelişen ve sevgisine müdahale edemeyecek kadar birilerinin seni sevmesidir.
en güzel yanı yoktur ama edinilen tecrübeler vardır ve illa ki bi sonucu.
bide ben sende butun asklarimi temize cektim sürekli bi yalan...

12 Nisan 2012 Perşembe

sevmemek


mutluluğun ne olduğuyla pek alakalı bir duygudur. seni sen yapar kimi yerde, bazen de tüm varlığını silikleştirir. çoğu insan korkar bundan, çünkü herkes varolmak, varlığını karşı taraftan hissetmek ister. detaya inelim;

mutluluk, hayat başarısının tek parametresidir. maçta anıran adama, tv'de maymun gibi davranan kişiye "o da öyle mutlu oluyor" diyenlere (ki bu bir acziyet ifadesidir aslında) göre herkes mutludur tabi fakat böyle sığ, kolpa bir mutluluk tanımının ötesinde, gerçek mutluluktan sözediyorum. gerçek mutluluk, hürriyet duygusuyla, kendi deliliğini insanlara kabul ettirebilme medeni cesaretiyle varolmaktan, ve yuvasını bulmanın şükranlığıyla her şeye göğüs gerebilecek kıvama ermekten bahis ediyorum. hayatın amacı denebilecek kadar güzel bir şeydir bu, ve kendini varettiğin toplamın sevilmekten yana ağır basılmasıyla canlanan, yaşatan bir şeydir bu. aksini iddia eden "ben kimseyi iplemiyorum ki zaten ahahaha" deyip durmaya devam etsin, dünya döndükçe savrulup gider böyleleri, mutsuz ölürler.

sevilmemek işte tam da burada riske atılan şeydir. yani sen bir şey yapıyorsun, belki pek salakça, pek bir tutunamayan bir halde, yani hayatın içinde rolünü oynuyorsun, ortaya bir şeyler koyuyorsun, istesen de istemesen de zaten ortada bir "ben" var, bu "ben" kavramının, yani aslında içindeki bütün evrenin üzerine domates atılmasıdır. domatesi kimin attığının ne önemi var, bunu görüp "ben aslında sallamıyorum" diyen yalnız kovboyların çok defa yalnız ağladıkları geçmiştir doktor kayıtlarına.

ha insanı pişirir mi pişirir. fakat pişirir de neye yarar, neye faydası vardır ? sen bir verici olarak kapılar suratına kapanırken, nasıl alıcı olabilirsin. tek taraflı bir iletişime döner sevilmediğin zaman, değer vermediğin insanların bile kafanda yücelip seni en zayıf yerlerinden vurduklarını bilirsin. karşında bir dünya vardır, ve kaybetmişsindir dostum, zorlamaya gerek var mı? burası başlangıç noktası.

fakat başlangıç noktası dediğimiz yer, anne kucağında merhamet ve sevgiyle başlar, en azından ideal olan budur. bu öyle büyük bir ihtiyaçtır ki bunun noksanlığını bastırmak adına, bu dünyada sanat adına, ve hatta sanatın ötesinde iz bırakmış bir çok insan, bunun acısını çıkarırcasına varolmaya çalışmakta ve çırpınmaktadır. bundan daha üzücü bir görüntü yoktur herhalde, anlayana tabi bunlar, sevginin bir insanın hayata tutunamamasına gülümseyerek, ve ortak olmak istercesine elini uzatmaktan ibaret olduğunu bilmeyenler, aslında hepimizin birer tutunamayan anlamsız lakırdılar bütünü olduğumuzu görmek istemeyenler, sevginin o karanlıkta aydınlığa sebep olduğunu, ağlarken güldürdüğünü bilemeyecek kadar cesaretten uzak olanlar, her konuda her şeyi biliyor ve aşmış gözüküp aramızda süpermen gibi dolaşan salaklar ne anlasın bunun acısının hem ne kadar derin, hem de mutluluk adına ne kadar değerli olduğunu. ileride çiçek gibi açacak olan tohumların, aydınlıktan önce karanlığa nasıl ihtiyaç duyduğunu anlayamamış biri, sevilmemek meselesine pek tabi gündelik ve olağan bir şey gözüyle bakar, bunda da hiçbir mana bulamaz, o istiklal caddesi sokaklarını dolduran ve bağıra çağıra gülen insanların nasıl maskelere büründüğünü de anlamaz, insanı tanımaz, tanımak istemez, ömrü hayatında bir kişinin sessiz çağrısına kulak asmamış, hiçbir fısıltıyı duymamış isimsiz zalimlerden sadece biridir. bunlar biri düştüğünde gülerler, espiri anlayışları budur fakat hayatın espiri anlayışının çok daha ince bir mizah içerdiğini anlamazlar, anlamak istemezler, biçimcidirler bu yüzden kıyafet ve ambalaja bakar, içeriğe değer vermezler. iyi ambalajlanmış bir migros peyniri ile yaylada satılan köy peynirinin kokusunu ayırt edemezler, gözleri görür fakat tat alma duyularında lezyon vardır, bu yüzden tat almanın da ne olduğunu bilmezler.

öyle "ben seni sevdim, sen de beni sev" meselesi değil bu. herkesin rol kestiği, tiyatro oynadığı bir dünyada yer bulamadığını hatırlamakla ilgili bir durum. koyar insana, hem de öyle böyle değil...

neden


şöyle ki, ben bunu çok düşündüm.. çok düşündüm, çok düşündüm. onlarca insana sordum, onlarca insanla birlikte düşündüm. onlarcası olamayacak türden insanlara sordum. onlarca başka başka cevaplar aldım. hiçbir cevap tatmin edici değildi. hiçbirisi gecelerce meşgul olduğum "neden?" sorusuna karşılık ihtimal verdiğim ve fakat çürüttüğüm cevaplardan başka değildi.. ah o geceler yok mu.. delirme noktasına yaklaştığım, hiç normale dönemeyeceğimi, sabahı göremeyeceğimi sandığım geceler. ulan diyorum, neden diyorum, burdayım diyorum.. neden diyorum, burdayız diyorum.. n'apıyoruz burda, n'apıyorlar.. nedir "insan"ın olayı?

ve nihayetinde bir gün düşüncesine pek güvendiğim birisine gittim.. sordum ona da "neden?" diye.. bu kez biraz olsun tatmin edici bir cevap bekliyordum sanki. ve tek kelimeyle cevap verdi; "bilmiyorum" dedi.. evet, aslında bu bir cevap değildi.. ama beni cevaba yönlendirdi. bu derece güvendiğim birinden bu yanıtı alınca dibe vururcasına son bir kez düşündüm ve cevabı buldum. gerçekten buldum. hatta nasıl oldu da bu ana kadar fark edemedim diye hayıflandım.. zira sorunun cevabı kendisinde gizliydi.. "neden?" mi, işte cevap:

"bilmediğimiz bir nedenden".
yaşamı gözetliyorum,yaşamın kendini yaşam sanan yaşamsızlığın mekanizmasını gözetliyorum
yalnızlığı gözetliyorum
kabalığın gürültüsünün yatışıp giden yalnızlığı.

11 Nisan 2012 Çarşamba








kötüyüm. bütün sahte neşem gece yatağım girdiğim o anlarda dönerken uykum gelsin diye gidiyor.
düşünceler düşünceler...
uyumamı engellerken dayanmamı da zorlaştırıyor.


kendimi bıraksam bir delilik hali hüküm sürecek bende biliyorum.
ama düşünmemeye gayret ettiğim her anda aslında düşündüğü fark etmem belki de çoktan delirdiğimi söylüyor bana.


dayanıyorum. biraz daha biraz daha surları kuşatılmış bu viran ülkede dayanıyorum.
delilik şahmerdanı her kapıya vuruşunda, her çıldırma topu surlara patladığında bir nefes daha alıp unutmaya çalışıyorum.
eğer bu sefer başarılı olursa bu ülkenin bütün insanları kralı herkes ölecek.
bedenimde son yaşayan canlı ruhum teslim olursa öleceğim.


dayanıyorum.
biraz daha bir ay bir ay daha.
sonra bana verdiklerinden daha fazlasını benden alan bu şehirden hızla uzaklaşacağım.
kuşatılmış ülkeden kaçacağım ve çılgınlığı ve deliliği onlara teslim edeceğim.
fethedecekleri tek şey benim kaçtığım delilik olacak.
dayanıyorum.


onsuzluğun sert saldırısına... onsuz nefes alışın acısına.
dayanıyorum dengemi sağlayan şişelere... bayılmadan önce son bir yudum son bir yudum daha.
bitecek.
inanıyorum.
.


10 Nisan 2012 Salı

the grey

http://www.youtube.com/watch?v=cL26DBDUWVg&feature=related

son zamanlarda izlediğim en güzel filmlerden birisiydi. filmi izlemeden önce beklentim çok düşüktü. bazen insan yanıldığı için sevinir, işte o narin anlardan birisini yaşadım bu film de. müzikleri ise müthiş.film bittikten sonra hemen kapatmayın. filmin sonu yazılardan sonra .
iyi
seyirler.


once more into the fray
 into the last good fight i'll ever know
 live and die on this day
 live and die on this day

9 Nisan 2012 Pazartesi

bazen


öyle çok üzülmüşsün gibi gelir ki, öyle çok hayal kırıklığı biriktirirsin ki, öyle değersiz hissettirilirsin ki sevilmeyi beklerken, öyle çok sen suçlu olursun ki beklediklerin yüzünden.. öyle çok artık inanamaz, güvenemez, sevemez olursun ki.. allah kahretsin, öyle çok artarsın ki senden, öyle çok kalmaz ki sen o artıkta..

öyle çok sevmiyorum ki bu zamanları.. öyle çok anlatamıyorsun ki bu zamanlarda nasılsın.. yanıtın hep iyi, daha çok konuşturmasınlar seni.. öyle çok ihtiyacın olmasın işte dökülmeye..

ölesin gelir.

wish



God, if I can't have what I want, let me want what I have



kelebek rakı bardağımın içine düştü. çıkardım sonra peynir tabağına gitti. sonra tekrar rakı bardağıma. sayemde kelebek bir günlük ömrünü kafasi güzel geçirdi. en son bi şarkı mırıldaniyordu gibi geldi: yalan dünya herşey bomboş, hancı sarhoş yolcu sarhoş...

kişi



Kişi, kendi dibine hiç ulaşamayandır - Boyuna suya dalan ama nefesi yetmeyerek, dibe ulaşamadan hep yeniden, yüzeye çıkmak zorunda kalan

8 Nisan 2012 Pazar

güzellik.


kasabanın taşlı yolundan sağa saptığımızda, beş kilometerelik yol boyunca bir panayır gibi göğsünü sere serpe uzanmış burçak tarlalarının arasından geçerken, ağustos sıcağına ismini veren güneşin alevi, yanık omuzlarımızda geziyordu. üstten iki düğmesini bir önceki akşam meyhane kavgasında şehit verdiğim gömleğimin boynu bükük cepliğinden silahlı kuvvetler sigaramı çıkardım. sigaranın buruşuk ucuna tuttuğum çakmağın ateşi, görücüye çıkmış gelin adayı gibi taptaze ve kırmızıydı. beş dakikalık ağır aksak ilerleyen kamyonet yolculuğunun akabinde, sararmış otların ortasında bir çeşme gördüm. çeşmenin başında bir kadın. üstünde envai çeşit çiçek basmalı kadife elbisesi, başında yazması, bileğinde parlak altın bileziği. üç saniye bilemedin beş saniye, aklıma takılı kalan bir fotoğraf gibi süzüldü o kadın. sağ ayağını afilice öne atmış, lastik tabanlı ayakkabısının kenarına perçem perçem süsler dolanmış. yaşı en fazla 20. taze gelin, hadi olmadı taze gelin adayı. sol omzuyla destek aldığı çeşmenin mermerinden usulca suyunu dolduruyor. ağustos sıcağında çatlamış dudaklarımın arasından nikotin buğularını aktarırken yanık ciğerime, karşımda yazmalı, kadifeli kadın çeşmeden gürül gürül akan suyu kabına dolduruyor.


güzellik nedir? hep sorarım kendime. veya daha başka bir tariften yola çıkıp o her zamanki çıkmaz sokağa beraber yol alalım. bir kadını gördüğünüzde size güzel hissini yaşatan şey nedir? ben buna endam diyorum. çeşmedeki kadının, ayak bileğinden saçının teline uzanan, asaleti gizliliğinden güç alan bir endam. nalına, mıhına vura vura adamın ciğerinin köküne işlenen bir rahiya adeta. bütün o basmalı, yazmalı saklanmışlığın içinde çeşmenin basamağına dayalı durup dosta, düşmana meydan okuyan ayak bileğindeki o narinlik. çeşmeye yaslanan omzunun çıkıklığından dem vurup diğer elinin bileğine güç veren o ayakta kalmışlık. hiç yüzünü görmeden, sesini duymadan, kokusunu genzine çekmeden yüzlerce metre uzaktan saniyeler içerisinde sana ulaşabilen bir güzellik.

dinlenesi...

http://www.youtube.com/watch?v=dvBPCm25z4I&sns=fb

Pessoa

Nefret ettiğim iki şey arasında seçim yapmak zorundayım - ya aklımın tiksindiği düşleri seçeceğim ya da duyularımı dehşete düşüren eylemi; başka bir deyişle, hamurumda hissedemediğim eylem ya da şimdiye kadar hiç kimsenin mayasında olmayan düş. Sonuç olarak her ikisinden de nefret ettiğime göre tek çare seçim yapmamak, ama bazen ya düş kurmaya ya eyleme geçmeye mecbur kalıyorum ki, o zaman da ikisini birbirine karıştırıyorum.

5 Nisan 2012 Perşembe

gözler


ruh ile bağlantıya geçilebilen çok farklı bişey bu göz
bundandır ki; güzel gözlere sahipseniz, karşınızdakiyle iletişim halindeyseniz ve ruhuna hitap etmek istiyorsanız,gözlerine bakmalısınız 
söylemek istediklerinizi anlatan tek bir bakış, içinizi yansıtan ışıltıların oynaştığı bir deniz, dertliyken hüzünlü, mutluyken parıldar, kızgınken öfkeli, yalancıysan manidar, güneşe karşı istekli, sevene karşı tutkulu, hem içini ısıtan, hem içine korku salan, bakana seni tanıtan, gizleyemediğin duyguları açığa çıkartan, ağzını açmadan konuşmanı sağlayan, kırıldığında yaşlarını akıtan, özlemle yollara bakan, aslında senin tüm hislerine tercüman olan ve seni anlatan tek organdır göz...ama görmesini bilene

4 Nisan 2012 Çarşamba

göz

öyle derindi ki gözlerin
uçurumlar birikti dilimde
ne olursun kirpiklerini eğme
tutunacak başka dalı yok düşlerimin.

3 Nisan 2012 Salı

ne idi


aramızdaki 
ipek hışırtısı mıydı neydi? 
bir duydum bir duymadım oldum. 
incecik derenin şırıltısı mı neydi? 
aktım gidemedim oldum.
söğüt mü neydi? 
dalını eğdi. 
tuttum tutamadım oldum.


su ben'dim.
bend oldum
ben doldum.
ben o'na yordum.


güz yaprağının 
hüzünle yere düşmesi mi neydi?
yandım 
sonbahar oldum!
.
.
.


oysa değişim hiç anlamadan usul usul gelir. sinsi bir günah gibi benliğine saplanır insanın daha sen farketmeden. zayıf, korunmaya ihtiyacı olan bir sızı gibidir. aslında savunmasız olan sensindir, tüm şefkatini, ilgini ona yöneltirsin. her şeyin yavrusu şirindir, güzeldir ya , bilemezsin büyüyünce başına ne işler açacak. zamanla beslenir değişim, korur kollarsın onu herkezden. sen farketmeden gelir amma, sahiplenirsin isteyerek, ortak bir plandır yürüttüğünüz. aslında her sabah kalktığında güneş de biraz farklı doğar, ama bunu bir sen bilirsin bir de güneş. her sabah camdan gökyüzüne bakıp, tutamazsın kendini bir sırıtma yerleşir dudaklarına, vücudun baştan aşşağı titremeye başlar, ısısı artar bedenin, boncuk boncuk terlersin, o an; sadece o an vardır ne öncesi ne de sonrası, içindeki şey büyümektedir. her gün camına konan bir kuş hisseder bunu herkezden önce, sonra uçup gider güneşe doğru. etrafındaki dostların sanki uzun süre önce kaybettiğin kitaplar gibidir, artık onları okumaktan keyif almazsın. riske ettiğin şey ne kadar büyükse, herkezden gizli içinde büyüttüğün değişimin benliğini sarmalayan hazzı da o derece dayanılmaz, keyif vericidir. artık hayatta kimseye ihtiyacın yoktur, etrafındaki bütün kitaplar eskimiş ve sana söyleyecekleri yeni bir şeyleri de yoktur. bazen bugünümüzü, dünümüzü ya da, hatıralarımızı, geçmişimizi eskiten zaman değil yaptığımız seçimlerdir.
‎.
.
.


bense, geldim ve durdum
-evet herkes kadar-
kısa bir hüznün durduğu yerde
bir yılın yetmezliğinin kanırttığı
dar giysilerin
belaltı sohbetlerin
hıncın ve makyajın
kanırttığı yerde durdum
yapay hoşluklarım yapaydı paylaşıldı
maskelerimizi bildikçe sevindim
mutlulugun en oval halinin
perdelerce
kokulu sabunlarca
kuşe kagıtlarca
yarıştığını hatırladıkça...
dedim de durdum
ama beni bu enlere katmayın
katmayın kadınların isterik gecelerine
gecenin en saatinde boşalan sigara paketlerine
halıların kış ortasındaki en kirli hallerine
metafizik belleğine yanılsamanın her gün
acıların çarşafların şekerli kokuların
düpedüz özensiz hazırlandığı
herkesin kendine çokça acıdığı
herkesin biraz durmaktan korktugu yerde
kullanılmamış biletlerin pişmanlığı gibi durdum
yanıldım! kendi cebimde
sıvazlamayı bilmeden en muhtaç yerlerimi
kı bilseniz sarımtrak bir şeyleri
bir şeyleri yalnız evlerin pazartesilerinde
nasıl da çekinerek hatırladıkça
kısa bir yılın en unutkan pazarlarına kapattığınızı
orada nasıl da mutlu olduğunuzu
uzun ve canhıraş siren sesiyle
bölünen biricik uykularınızı
bildim de durdum.


çünkü - şehirlerde yaşayanların intiharıdır yaşamak -
sonrası bir hayvanın rüyası
perde tüccarının hüznü

untitled

Once more into the fray.
Into the last good fight I'll ever know. 
Live and die on this day. 
Live and die on this day